Elazığ’da geçtiğimiz günlerde düzenlenen bir yemek organizasyonunda ilginç bir tablo vardı. Meydanda, mikrofonlar ellerinde, yüksek sesle İsrail’i protesto eden, Coca-Cola’yı boykot ettiğini söyleyen kalabalıklar…
Ama masalara şöyle bir baktığınızda, tabakların yanında buz gibi Coca-Cola şişeleri parlıyordu.
Ne garip değil mi?
Bir yandan “İsrail’e destek veren markaları protesto ediyoruz!” diyenler, diğer yandan o markaların ürünlerini ellerinden düşürmüyor.
Bu nasıl bir çelişki?
Protesto bir tavırsa, bu tavır sadece sloganda mı kalmalı?
Elazığlı halk samimidir, merttir; ne düşünüyorsa yüzüne söyler. Ama son zamanlarda bu tür gösterilerde samimiyetin yerini gösteriş almış gibi. Protesto edenlerin çoğu gerçekten bir şeyden vazgeçmeye değil, sadece “tepkili görünmeye” niyetli.
Bir nevi “fotoğraflık protesto” bu…
Meydanlarda öfke dolu cümleler, masalarda ise sessiz bir teslimiyet.
Bir şişe Coca-Cola’nın içinde, insanın vicdanını bastıran bir rahatlık var sanki.
“Ben tepkimi gösterdim ya, gerisini karıştırmayayım” düşüncesiyle içilen her yudum, aslında protestonun anlamını siliyor.
Boykotun özü fedakârlıktır.
Bir şeyden gerçekten vazgeçmek, kolay olanı değil doğru olanı seçmektir.
Ama biz ne yapıyoruz?
Bir yandan boykot afişleri bastırıyor, diğer yandan masalarımızı Coca-Cola’sız düşünemiyoruz.
Bu çelişki sadece komik değil, utanç verici.
Çünkü bu tutum, hem inancımıza hem de vicdanımıza zarar veriyor.
Elazığ’da o akşam yaşanan manzara, sadece bir yemek organizasyonundan ibaret değildi.
Bir aynaydı aslında — toplum olarak kim olduğumuzu, nasıl kolay kandığımızı gösteren bir ayna.
Kendimizi kandırmayı, başkalarını inandırmaktan daha kolay buluyoruz.
Unutmayalım, gerçek protesto meydanda değil, sofrada başlar.
O şişeyi eline almadığın anda başlar.
Yoksa attığın slogan, içtiğin gazozun köpüğüyle birlikte uçar gider.